nette araaştırma yaparken bulduğum ve çok beğendiğim alice harikalar diyarında kitabıyla ilgili bu yazıyı sizinle paylaşmak istedim.
yazının orjinalinin bu sitede bulabilirsiniz taş duvarla konuşmalar
alice aslında nereye düştü ?
Alice kitabında düşme metaforu vardır. (Alice tavşan deliğinden içeri düşer ve öykü böyle başlar.) Düşme metaforu, batı kültüründe “cennetten kovulma/ilk günah/masumiyetin yitirilmesi/ergenlik çağına giriş/ilk cinsel deneyim” olaylarını simgeler. Ayrıca şeytan “düşen melek/falling angel” diye adlandırılır, çünkü tanrıya baş kaldırdığı için cennetten kovulmuştur. Tevrat’ın cenneti yer yüzündeydi, ama İncil onu göklere çıkarmıştır. (İngilizcede “heavens” sözcüğü hem “cennet” hem de “gökler” anlamına gelir.) Tanrı’dan da “göklerdeki babamız” diye söz edilir. Bu yüzden cennet göktedir. İnsan ve ardından şeytan cennetten kovulunca dünyaya “düşerler”. Bu nedenle düşmek ve masumiyetin yitirilmesi cinsellikle ve günahla özdeşleştirilmiştir. Alice Harikalar Diyarında eserinin ilk sayfaları tamamen düşmeye ayrılmıştır. Dolayısıyla yazar, aslında Allice’nin “düşmesini” yani “çocukluk masumiyetinin cennetinden kovulup, yetişkinliğe adım atmasını, günaha girmesini” istemektedir. Alice’in düşüşü sona erdiğinde, küçük bir kapıdan “bahçe”yi görür, ve kapıdan geçemeyeceği için (kah büyür kah küçülür) bahçe’ye giremez. Bu da cennet bahçesine giremeyişinin simgesidir. Artık cennet bahçesine giremez çünkü günah işlemiştir, ya da işleyecektir. (İngilizce’de cennetten genellikle bir bahçe olarak söz edilir.)
İngilizcede “fall” sözcüğü, ‘düşmek, düşüş’ anlamına gelir ve birçok sanat yapıtında bir metafor olarak kullanılır. Batı edebiyatının kodlarını tam olarak bilmediğimiz zaman bu sembolik göndermeleri algılayamayız. Örneğin Shakespeare’in “V. Henry” oyununda kral kendisine ihanet eden çocukluk arkadaşı Lord Scroop’u tanımlamak için “sanki insan yeniden düştü (like another fall of man)” der.
İnsanın Düşüşü
Batı yazını ve bir bütün olarak sanatı birtakım kaynaklardan beslenmektedir. Bunlar arasında başlıcaları: 1. Eski Ahit (Tevrat) ve Yeni Ahit (İncil) 2. Eski Yunan ve Roma kültür ve yazını 3. Eski Avrupa mitolojisi ve folkloru 4. Doğu yazını ve kültürü olarak sayılabilir.
Ancak bunlar arasında en az bildiğimiz ve kodlarını okumakta güçlük çektiğimiz, Eski ve Yeni Ahit’tir. Bu kaynak, ateist sanat yapıtlarında bile öylesine derinlere işlemiştir ki İncil okumadan bir sanat yapıtını tam olarak değerlendirmek olası değildir. Eski Ahit gerek Yahudi gerek Hristiyan gerekse de Ateist sanat yapıtlarının belki de tek ortak kaynağıdır. Eski Ahit’i bilmeden, sözün gelişi Kafka’yı çözümleyemeyiz.
“İnsanın Düşüşü” kavramı da Eski Ahit’in “Genesis (Tekvin)” bölümünden çıkmıştır. Öyküyü hepimiz biliyoruz: Tanrı ilkin Adem’i, sonra da onun kaburga kemiğinden Havva’yı yarattı. Onları cennet bahçesine yerleştirdi ve sonsuz bir mutluluk içinde yaşamalarını istedi.
Tanrı Adem ve Havva’ya iyi ve kötüyü ayırdetmeyi sağlayan Bilgi Ağacı’nın meyvesinden yemelerini yasaklamıştı. Ancak Havva, Şeytan’ın telkinleri ile ağacın meyvesinden yedi, Adem de ona uydu. Bu meyveden yer yemez Adem ile Havva çıplak olduklarını fark ettiler ve birbirlerinden utandılar. Tanrı öfkelendi ve ikisini de cennetinden çıkardı (kovdu). Çünkü insanların ölümsüzlük veren Hayat Ağacı’nın meyvesinden yemelerini istemiyordu.
Burada anlatılan “ilk günah”tır. Yasak Meyve’den yedikleri için insanlar doğru ile yanlışı birbirinden ayırdetme yeteneği kazanmışlar ancak bunun bedelini ağır bir şekilde ödemişlerdir. Anlaşılan o ki Tanrı, başlangıçta insanlara ölümsüzlük vadetmişti. İnsan, yasağı çiğnemesiyle birlikte cennetten kovulmuş, ölümlü hale gelmiştir.
Sorun şurada ki Tevrat’ta sözü edilen “cennet bahçesi” dünyada bir yerdedir. O halde kovulma olayı neden düşüşle özdeşleşiyor? İnsanın düşüşü yalnızca masumiyetin kaybedilmesi anlamına mı gelmektedir? Kaynaklar, “insanın düşüşü” ya da “düşüş” ifadesini, başlangıçta Tanrısına koşulsuz boyun eğen insanın sonradan başkaldıran ve suçlu (günahkâr) bir varlığa dönüşmesi anlamında kullanırlar. Fakat neden düşüş? Nitekim “cennet bahçesi” düşülebilecek bir konumda değildi; yeryüzünde bulunmaktaydı.
Mezopotamya, Mısır ve özellikle de Tekvin’in yazılmasından yüzlerce yıl sonra Eski Yunan uygarlıklarında yapılan astronomik çalışmalar ile gökyüzünde sabit yıldızlardan ayrı olarak beş gezegenin de bulunduğu sonucuna varılmıştı. Bu beş gezegen, göğün katlarına, “felek” adı verilen kürelere yerleştirilir. Böylece yer ile gök ayrımı ortaya çıkmıştır. Giderek yer (ölümlü dünya) ile gök (Tanrısal dünya) arasında bir ayrım olduğu kanısı oluşmuştur. Platon’da ve Eski Yunan mitolojisende ölümsüz tanrılar ve kahramanların mekanı olarak ulaşılmaz bir gök vardır. Orada değişim yoktur. Tersine, yeryüzü ölümlülerin mekanıdır ve dünyada her şey değişmektedir. Değişim kavramı Eski Yunan’da ölümle özdeşleşir ve bir çok filozof tarafından aslında değişimin bir yanılsama olduğu öne sürülmüştür. (Zenon, Parmenides, Platon vs.) Ölümsüz tanrıların mekanı olan gökler “felek” adı verilen katmanlardan oluşmaktaydı. “Yedi kat gök” düşüncesi (Beş gezegen, Güneş ve Ay’ın sayısı toplam olarak yedidir.) Hristiyanlık tarafından da benimsenmiş ve Orta Çağ’ın sonlarına değin öyle kalmıştır.
Hristiyanların Tanrısı da elbette yeryüzünde oturacak değildi. O halde eski çağın Pagan tanrıları gibi Hristiyan Tanrısı da insanlar tarafından göğe yerleştirilmiş oldu. Buna göre gökyüzünün en üst katmanı Tanrı’ya aittir ve cennet bahçesi de burada yer almalıdır. Cennetin sonradan bu şekilde göğe çıkarılması, Tekvin’de yer alan öyküdeki Adem ile Havva’nın düşüşü ile sonuçlanır. Demek ki Adem ile Havva, “cennet bahçesi”nden dünyaya düşmüşlerdir! İşte ilk günah kavramının “insanın düşüşü” ile özdeşleşmesi bu şekilde olmuştur.
Düşen Melek
Cennetten kovulan yalnızca insan değildir. Şeytan da Tanrı’ya baş kaldırdığı için cennetten kovulmuş/atılmıştır. Demek ki Şeytan, aslında “Düşen Melek”tir.
Düşüş kavramının bu anlamda kullanılmasını Müslüman kökenli birisi pek de anlayamaz. Çünkü o, en başından beri “Tanrı ne yerdedir ne gökte” mottosuyla büyümüştür. Oysa tarih içinde Hristiyan Tanrısı yeryüzünden alınıp gökyüzüne yerleştirildiği için bir Hristiyan, herhangi bir yapıttaki “düşüş” kodunu kolaylıkla çözümler.
Bu koda sanat yapıtlarında sıklıkla rastlanır demiştik. Şimdi aklıma ilk gelen örnekleri vermek istiyorum. Bir televizyon dizisi olan Mad Men’in jeneriğinde düşen bir silüet görürüz. Bu, doğrudan doğruya cennetten düşüşün, yani yozlaşmanın kodudur. Dizideki karakterler cinsel yönden yozlaşmış, müptela kişilerdir.
Başka bir örnek yönetmenliğini Tarsem Singh’in yaptığı 2006 yapımı “The Fall” filmidir. Bu filmdeki ana karakterlerden biri köprüden düşerek felç olan ve sürekli intihar etmek isteyen bir dublördür. Filmde düşüş kodu, yine yozlaşma, ölüm, uyuşturucu kullanımı ve intihar ile özdeşleştirilir.
Yine sinemadan bir örnek verelim. Alan Parker’ın 1987 yapımı “Angel Heart/Şeytan Çıkmazı” adlı filminin konusu şeytanla ilgilidir. Filmde sık sık aşağı inen bir asansör görüntüsü verilir. Asansörün filmdeki görevi tam olarak belli değildir ama bir kez kodları okumayı öğrendikten sonra, biz bunun “düşüş” kavramına yapılan bir gönderme olduğunu anlarız.
Wim Wenders’in 1987 yapımı “Der Himmel Über Berlin/Berlin Üzerindeki Gökyüzü” filmi de bir kadına âşık olan bir meleğin sevdiğine kavuşmak için insana dönüşmesinin öyküsünü anlatmaktadır. Bu film daha sonra Hollywood tarafından romantik bir filme uyarlanmıştır (“City of Angels/Melekler Şehri.”) Her iki filmde de melek, insan olabilmek için yüksek bir binadan aşağıya atlar. Bu da apaçık biçimde düşen melek kavramına göndermedir.
Yine bir başka örnek de Mike Figgis’in yönettiği “Cinsel Masumiyetin Kayboluşu” adlı filmdir. Az sonra açıklayacağımız gibi, cinsel masumiyetin kayboluşu, cenneten kovulma ve ölüm temaları, hiç beklemediğimiz bir yerde ve anda tekrar karşımıza çıkar: Lewis Caroll’un 1865 yılında yazdığı, bir çocuk masalı gibi dursa da aslında yetişkinlere hitap eden ünlü eseri “Alice Harikalar Diyarı’nda” adlı tuhaf öyküsünde… Bu öyküde Alice, bir tavşan deliğinden geçer. Delik aslında dipsiz bir kuyudur; Alice bu kuyudan düşerek Harikalar Diyarı’na ulaşır. Elbette, artık ‘düşüş’ün ölüm anlamına geldiğini biliyoruz. Kitapta Alice’in düşüşü uzun uzun anlatılmakta[i]…
Alice, kitapta sık sık biçim ve boyut değiştirir. Bir bütün olarak bedeni ve çeşitli uzuvları uzayıp kısalır. Alice, bu durumdan oldukça rahatsızdır. Birinci bölümde, bahçeye girmek için ya çok büyüktür ya da çok küçük. Bu durum Alice’i sinirlendirir. Demek ki Alice, çocukluktan çıkıp genç kız olmanın beraberinde getirdiği rahatsızlıkları ve cinsel masumiyetinin yitirilmek üzere oluşunun sıkıntısını hissetmektedir. Eğer böyle büyüyüp küçülmeye devam ederse, delikten gördüğü o güzel bahçeye giremeyecektir. Bahçenin cenneti temsil ettiğini artık söylemeye gerek var mı?
Sembolizm, öykü boyu sürmektedir. Birinci bölümdeki düşüşe ölüm düşünceleri eşlik eder. (Alice, yere çarptığında ‘birisini öldürmek’ten korkar.) Bir başka yerde de Alice, kuyudan düşerken kafasından şöyle bir düşünce geçer: “Böylesi bir düşüşten sonra, artık merdivenlerden bile yuvarlansam gıkım çıkmazdı.” Caroll, Alice’le alay edercesine parantez içine “büyük ihtimalle öyle olurdu” diye yazar, çünkü merdivenlerden yuvarlandığında öleceği için gerçekten de gıkı çıkmayacaktır. Alice, pervasızca risk almaktadır. Gördüğü her deliğe girer, tanımadığı insanlara güvenir, içeriğini bilmediği şişelerdeki sıvıları içer, zehirli olabilecek mantarları yer; ancak, ölüm düşüncesi Harikalar Diyarı’nda giderek şaka olmaktan çıkıp, gerçek bir tehdide dönüşür. Masum oyun nesneleri olan iskambil kağıtları katil manyaklara dönüşür; Kupa Kraliçesi “Kellesini uçurun!” diye emir verdiğinde Alice için Harikalar Diyarı bir düşler ülkesi olmaktan çıkmıştır artık. Metaforik bir düşünce olarak başlayan ölüm sembolizmi, ciddi bir tehdit haline gelmiştir—tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi… Çocukken ölüm bir oyundur bizim için, ama ilerleyen yaşlarda, yüreğimizin her an durabileceği ve damarlarımızın çatlayabileceği bir gerçekliğin içine gömülürüz.
Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir. Batı yazını da düşen melek/insan sembolleriyle doludur. Albert Camus’nün “The Fall” adlı romanında Jean-Baptiste Clamence, köprüden ölüme atlayan bir kadını kurtarmayı reddetmesinin hazin sonuçlarıyla yüzleşir.
Newton’un Düşen Elması ve Einstein’in Asansörü
Elbette düşüş kavramının ölüm, intihar, uyuşturucu ve yozlaşmanın bir metaforu olarak sanat yapıtlarında kullanılmasında yadırganacak bir yön yoktur. Asıl şaşırtıcı olan, aynı motifin bilim adamları tarafından da kullanılmasıdır. Hikâyeyi hepimiz biliyoruz: Newton, “evrensel yer çekimi” kavramına bahçede dinlendiği sırada düşen bir elma sayesinde ulaştığını söylemiştir. Burada karşımıza üç kod çıkmaktadır: Bahçe, elma ve düşüş. Tesadüf olabilir mi? (Yasak meyvenin sonradan elmaya dönüştüğünü biliyoruz.)
Einstein ise kendi geliştirdiği “özel görelilik kuramı” ile Newton’un 300 senelik “evrensel yer çekimi yasası”nın uyuşmadığını görünce, iki kuram arasındaki çelişkiyi çözümlemek için on yıl uğraşmıştı. Sonuçta “genel görelilik” diye adlandırılan ve Newton’un kanunundan çok daha doğru sonuçlar veren kendi yasasına ulaştı. Einstein, kuramını geliştirmek için kendini serbest düşmekte olan bir asansörün içinde hayal etmişti!
Günümüzde uzay araçlarının içinde yer çekiminin sıfır olduğu söylenir. Oysa bu, doğru değildir. Dünyanın çevresinde dolanan uzay araçları aslında sürekli serbest düşmektedir. Mikro yer çekimi etkileri bu yüzden ortaya çıkar. Uzay aracındaki her şey sürekli serbest düşüş hâlinde olduğu için bu araçlarda yer çekimi yokmuş gibi algılanır.
Elmalar ve düşen asansörler! Bilim adamları, matematiğin soyut ve kesin diliyle düşünmeye alışkın kimselerdir. Öyleyken, anlaşılan o ki, hayal güçlerini dinin ve edebiyatın evrensel kodları yönlendirmektedir.
Steve Jobs’un Elması
Popüler kültürde yaygın olan bir başka öyküye gelelim: Bir konferans sırasında Steve Jobs’a Apple bilgisayarının logosu olarak neden ısırılmış bir elmayı seçtiği sorulmuş. Birçok kimse bunun bilgisayar biliminin öncüsü olan ve eşcinsel olduğu ortaya çıkınca siyanür enjekte edilmiş bir elmayı ısırarak hayatına son veren Alan Turing’e bir gönderme olduğuna inanıyordu. Jobs’un yanıtı: “Keşke öyle olsaydı, ama değil!” olmuştur.
Peki o zaman ısırılmış elma neyin sembolüydü?
İnsan, bunun Adem tarafından ısırılan elma olduğunu düşünmeden edemiyor. Isırılmış elma, insanın ilk günahını, yani düşüşünü temsil etmektedir. Yalnız burada vurgu bazılarının iddia ettiği gibi Satanizm değil, yasak meyveyi yemekle insanın “bilgiye kavuşması”dır (Yasak meyve, Bilgi Ağacı’nın meyvesidir çünkü.) Yitirilen masumiyetin bedeli ölümse, getirisi de doğru ve yanlışı ayırt etme yeteneğidir. İnsanı insan yapan, aslında bu ilk başkaldırısı olmuştur. Başkaldırmayan insan, sınırsız bir şekilde boyun eğen, masum, ama bilgisiz bir varlıktır; ne vicdanı vardır ne de aklını kullanabilir.
Tekvin öyküsü, halk edebiyatında, masallarda bile karşımıza çıkar. Kıskanç cadı tarafından Pamuk Prenses’e verilen zehirli elma sizce nereden çıkmış olabilir?
Prometheus
Tekvin öyküsünün temelinde Yunan Mitolojisinde önemli bir yer tutan Prometheus öyküsü vardır. Prometheus genellikle “Zincire Vurulmuş Prometheus” diye geçer. Zincire vurulmasının sebebi, ateşi tanrılardan çalarak insanlara vermesidir. Prometheus, insanı çamurdan yaratmıştı. Sonradan insanın yeryüzündeki zavallı durumuna acımış ve onu tanrılar gibi ateşe kavuşturmak istemişti. Ancak Zeus’un öfkesi büyük olmuştur. Prometheus’u bir kayaya zincirlemiş ve bir kartalı onun ciğerini yemekle görevlendirmiştir. Kartal her gün geliyor ve Prometheus’un sürekli yenilenen ciğerini yiyordu. Ceza büyüktür. Tanrının öfkesi büyüktür. Çünkü tanrı insanların bilgilenmesini ve aydınlanmasını başlangıçta istememişti. Bilgi, beraberinde isyan ve büyüklenmeyi getiriyor, masumiyeti yok ediyordu.
Prometheus, sonradan ‘Düşen Melek’, yani şeytan şeklinde başka dinlerde yaşamaya devam etti. O ilk şeytandır, ama ilk ortaya çıktığında ona Şeytan denmemiştir. Prometheus, insanın yaratıcısıdır aslında; sonradan tek tanrılı dinler başka, daha büyük bir yaratıcı icad edince Prometheus’a bu daha büyük olan tanrıya boyun eğmeyen melek rolü biçildi (kamusal bilinçaltında hiçbir şey yok olmaz çünkü…) Bu melek giderek isyankar oldu ve düşen melek, yani şeytana dönüştü. (Tek tanrılı dinlerin kurucuları ve babaları çok kafa yorup nihayetinde isyanın insan için iyi bir şey olmadığına karar vermiş olmalılar.)
Gnostikler ve Yezidiler
Hristiyanlığın ilk dönemlerinde birçok kült ve tarikat ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri de Gnostisizm’di. Gnostisizm, daha sonra (Zerdüştlükle karışarak) Yezidilikte yaşamaya devam etmiştir.
Gnostikler dünyayı ve insanı şeytanın yarattığına inanıyorlardı. Onlara göre şeytan, aslında insanın babasıydı. Şeytan düşmüş melekti. İnsana bilgiyi getirmiş, onu aydınlatmıştı. Daha büyük ve sonsuz iyi olan Tanrı, şeytanı bu yüzden cezalandırdı. Yine aynı öykü, aynı kodlar çıkıyor karşımıza.
Düşen bir yaprak ya da yanaktan süzülen bir gözyaşının, çok daha büyük ve derin bir kod sisteminin sembolizmi olabileceğini biliyoruz artık.
Kolektif bilinçaltımızda derin bir şekilde yer eden zamanın kodlarını okuyoruz. Bu kodlar kültürün ve psikenin derinlerine işlemiş olsa da esasında her zaman dilimizin ucunda beklerler.
Sonuç:
Sonuç olarak Lewis’in Alice Harikalar Diyarında kitabında Alice’e karşı pek de masumane olmayan duygularını ifşa ettiğini, aşkını ilan ettiğini söyleyebiliriz. Düşüş metaforunu bu kadar yoğun ve açıkça kullanmasından bellidir bu. Ancak Lewis Carroll’un sadece uçkur düşkünü bir sapık ya da tacizci olduğunu da sanmıyorum. Her ne kadar küçük kıza olan düşkünlüğü kitabında belli olsa da bu düşkünlük fiziksel temastan ziyade ruhsal bir şey olmalıdır.
Kitabı ilkokul ikinci sınıfta okuduğumda aklımda kalan tek şey bu düşüş sahnesi olmuştu. Öğretmen beni tahtaya kaldırdığında, sadece Alice’in düşüşünü anlattığım için herkes çok sıkılmıştı. O zamanlar özetin ne olduğunu bilmiyordum; bir kitabı ya da filmi hatırladığım tüm ayrıntılarıyla baştan sona anlatmaya çalışıyordum. Alice’de de böyle olmuştu. Öğretmen “bunca şeyi nasıl hatırlıyorsun sen?” diye şaşkınlığını belirtti. (Oysa çoğu şeyi unuttuğumu düşünerek canım sıkılıyordu benim.) Sonra da “kitabı özetlemelisin, ana hatlarını anlatman yeterli” demişti. Bana göre ise ayrıntılarından arındırılmış bir öykü, öykü olmaktan çıkardı; olabildiğince bütün ayrıntılar anlatılmalıydı, çünkü bir kitabı kendisi gibi yapan şeyin ayrıntılar olduğunu sanırdım. Ayrıca eğer özetlemek bazı ayrıntıları seçip bazılarını seçmemekse, buna nasıl karar verecektim? Neleri anlatıp neleri anlatmayacaktım? Parçayla bütün arasındaki ilişkiyi kurmakta güçlük çekiyordum. Sanırım, kitap okurken ayrıntılara bu kadar dikkat ettiğim için, çocukluğumda okuduğum pek çok eserden zevk alamadım. Şimdi anlıyorum ki aslında okumak bir çeşit özetleme faaliyetidir: Okuruz ve kafamızda okuduğumuz şeyi özetleriz, böylece onu özümseyebilir, ziplenmiş bir dosya gibi hafızamıza mal edebiliriz. Çocukluğumda bunu bilmediğimi ve yapamadığımı çok net hatırlıyorum. Özetin ne olduğunu çok sonradan, belki liseden sonra anlamış olabilirim.
işte yazarın yazısı da böyleydi :)
güzel bir yazı olmuş eline sağlık diyleim ve huzurdan ayrılalım :)
blogunuzu çok geç keşfettiğim ve hele de bu yazıyı bu kadar geç okuduğum için ok vahlandım^-^ uzun zamandır ilgimi bu kadar cezbeden ve beğendiğim bir yazı okumamıştım. yönlendirme için çok teşekkür ederim. düşüş metaforundan haberim vardı. her ne kadar yazarın fikirlerinin tamamına katılmasam da, metafor farkında olmadığım pek çok farklı platformda da karşıma çıkmış ve bunları öğrendiğim için çok sevindim. yazarın, 'düşüş'ün her halini metafora bağlamasını abartı buldum ama bu yazı yüzünden sanırım ben de elimde olmadan her düşüş sahnesine zihnimde değerlendiricem bundan sonra^^
YanıtlaSilbeğenmenize çok sevindim.benimde okuduğumda çok hoşuma giden bir yazı olmuştu.alice harikalar diyarında benim özel ilgi alanıma giren bir konu.bu konu hakkında akademik bir çalışma yapma hayalimde var.nasip inşllh olur (:
Silalice ile ilgili bulduğum diğer yazıları da zaman zaman paylaşma niyetindeyim.her zaman beklerim,ziyaretinize sağlık :)